Günlük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Günlük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
23 Şubat 2016 Salı
Sevgili Finlandiya'lı Arkadaşlarım
Pek çoğunuzun soğuk olarak tanımladığı Finlilerden bir kaç arkadaşım var. Fotoğraf, müzik ve resimle uğraşan bu arkadaşlarımı ben asla soğuk diye nitelendiremem. Onlar belki bizim gibi hemen kaynaşamıyorlar, biraz çekingenler. Melankolik, mütevazi, çalışkan, dürüst insanlar. Yukarıdaki poster çalışmasını müzisyen Jarkko Ahola için gönüllü olarak, bir kaç yıl önce yapmıştım. Avustralya'lı bir fan olan sevgili Tia Murrel bugün bana bir güzellik yapıp hatırlattı.
17 Kasım 2015 Salı
Fikret Otyam
Fikret Otyam'ın, yukarıdaki muhteşem tablosuyla İstanbul Kitap Fuarı'nda karşı karşıya gelmek, benim için çok özel anlardan biriydi. Eserlerini hayranlıkla izlediğim ressamların tablolarıyla karşılaşmak, fırça darbelerini yakından görmek, neredeyse boyanın kokusunu almak... Bu anlarda dünyayla bağlantım kesiliyor, sanki bütün sesler kesiliyor, sadece fırçanın tuvalde çıkardığı ses duyuluyor.
Fikret Otyam 2015'in Ağustos ayında, 89 yaşındayken, geride pek çok eser bırakarak aramızdan ayrıldı. Uzun yaşamına ressamlığı, yazarlığı, fotoğrafçılığı sığdıran ender sanatçılardandır. Onun hümanist, her canlıya saygı duyan kişiliği resimlerine yansır. Tuvallerinde iri gözlü, hüzünlü Anadolu kadınlarını, keçileri, atları görürsünüz. Beyaz leke tutkusu hemen göze çarpar ve figürler doğadan kopuk değil, doğanın parçasıdır. Onun bazı resimlerini yakından görme şansım oldu, en yakın zamanda kitaplarından da okumak istiyorum. Bu dünyaya güzel izler bırakan insanlardan biri olan Fikret Otyam'a saygıyla...
27 Aralık 2012 Perşembe
Kuzine
Binlerce yıl boyunca insanlar yemeklerini önce ateşin sonra ısıtılmış tuğlalar üzerinde pişirmiş.
1798'de Bavyeralı Benjamin Thompson, tuğladan yaptığı bir ocağın içine madeni raflar yerleştirdi, altta ateş yakarak bunları ısıttı ve üzerinde yemek pişirmeyi başardı, bu kuzinenin atasıydı.
Kuzineyle tanışmam ilk kez anneannemin evinde olmuştu. Çok amaçlı bir eşyaydı, odun yakarak hem ısınılır, hem yemek pişirilirdi, ona büyük bir mutfak sobası denebilirdi.
Üzerinde her zaman, sıcak suya ihtiyaç olduğunda kullanılan, su dolu bir çaydanlık olurdu. Kışın üzerinde kestane közleyebilirdiniz. Dedem, portakal kabuklarını üzerinde bir süre bıraktığında, etrafa mis gibi bir koku yayılırdı ve onun kuzinede kızarttığı peynirlerin tadına doyum olmazdı.
24 Aralık 2012 Pazartesi
Sıcak, Sıcaak
1593 tarihli bir belgede, undan yapılmış halka biçimindeki bir çeşit ekmek "halka-i simid" olarak geçmektedir. II. Süleyman döneminden bir mutfak defterinde ise, saraya günde otuz bin adet halka-i simid gönderildiği yazmakta. Ayrıca Osmanlı padişahlarının Ramazan'da iftardan sonra, yollarda saf tutan askerlere simit hediye ettikleri de bilinmektedir. Yani simit o zamanlarda padişah hediyesi sayılacak kadar değerliymiş. 18. yüzyıla ait kaynaklarda ise, halka-i simid yerine sadece "simit" denildiğini görüyoruz. Bu yıllarda simit, sarayın yanısıra halk arasında da çokça tüketilirmiş.
Genellikle Safranbolu ve Kastamonu'luların mesleği olan simitçiliğin, kendine özgü kuralları varmış. Özellikle Galata, Kumkapı, Samatya ve Beylerbeyi’ndeki fırınlarda pişen simitler kaliteleriyle ünlenmiş. Eski ustalara göre, simidin kaliteli olabilmesi için piştikten sonra renginin altın rengi olması gerekiyormuş. İkinci Dünya Savaşı yıllarında ise unun az olması nedeniyle, simit yapımı bir süre yasaklanmış.
Günümüzde simit ve çay pek çoğumuz için sevilen ikili olmaya devam ediyor. Hele bir de Boğaz kenarında denizi seyrederek çayınızı yudumluyorsanız, çıtır çıtır simidinizin tadına doyum olmaz.
Bir vapurdaysanız simidinizi martılarla paylaşabilirsiniz. Bu alışkanlığımızın artık şenliği bile var, Üsküdar Belediyesi üç yıldır 28 Haziran'da, Martılara Simit Atma Şenliği düzenliyor.
18 Aralık 2012 Salı
Arkası Yarın
"Radyo Tiyatrosu... Mavi Tren, birinci bölüm... yazan Agatha Christie, yöneten Uğurtan Atakan, efektör Korkmaz Çakar...oynayan sanatçılar, Boris: Bilge Zobu, Van Aldin: Zihni Göktay, uşak: Ersun Kazançel, Papapulos: Kemal Tahir, Mason: Oya Küçümen, Ruth: Celile Toyon Uysal..."
Henüz evlerde televizyon yokken, evimizdeki Philips marka radyonun sürekli açık olduğunu hatırlıyorum. Babam ajans saatini kaçırmazdı yani haberleri. Annem beraber ve solo şarkıları çok severdi, hatta çoğu zaman bir yandan işlerini yapar bir yandan da eşlik ederdi. Ben klasik müzik konserlerini severdim bir de Radyo Tiyatrosu'nu. Zamanın tiyatro sanatçıları o güzel Türkçe'leriyle bir kitabın yaklaşık bir saatlik özetini seslendirirdi. Her gün radyoda 15 dakikalık bölümler halinde yayınlanırdı. Ses efektleriyle desteklenen bir çeşit sesli kitaptı ya da sadece kulağa hitabeden bir tiyatro oyunuydu.
Bir kapının kapanışı, ayak sesleri, yağmur, gök gürültüsü gibi efektler dinlediğimiz oyunun içine girmemizi kolaylaştırırdı. Bir sonraki bölümü merakla beklerdik.
İlk Radyo Tiyatrosu 1950'li yıllarda yayınlanmış, Haldun Taner, Behçet Necatigil gibi yazarlar radyo oyunları yazmışlar. Benim dinlediklerimin çoğu çeviri oyunlardı. Bir süre sonra bu yayınların görme engeli olanlar için ne kadar önemli olduğunu keşfettim. Bizim içinse hayal gücünü besleyen müthiş deneyimlerdi.
Şu anda, kitap okumaktan çok televizyon izlemeyi tercih eden bizler maalesef hayal gücümüzü besleyemiyoruz. Eskiden bu konuda daha şanslı olduğumuzu düşünüyorum. Oyuncaklarımız bile farklıydı, hazır oyuncaklardan çok evdeki malzemeyle kendimize oyuncak yaptığımızı hatırlıyorum. Bu bazen, evdeki büyüklerle birlikte yaptığımız bir uğraştı ve ortaya çıkan oyuncağın çok düzgün olup olmaması değil, birlikte bir şeyler yapmak daha önemliydi ve o oyuncak çok değerliydi. Günümüzde, bazen büyük paralar verip alınan oyuncaklarla çocukların ne kadar süre oynadığını düşünür müsünüz?
Öğrendiğime göre şu anda radyo arşivinde yüz doksan beş radyo tiyatrosu kaydı varmış ve radyo 1'de 09:40'da eski kayıtlar yayınlanıyormuş. Ben bazı kayıtları video olarak buldum, merak edip linke bakacaklar için, iyi dinlemeler. :)
https://www.youtube.com/watch?v=35yNwnl1jy0
30 Kasım 2012 Cuma
Bizi Leylekler Getirdi
Anayasanın 17. maddesinde bireyin maddi-manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkı olduğunu yazar. Bu, cinselliği bir başkasına zarar vermeden kullanma hakkını da içerir.
Hepimiz cinsel kimliğimizle doğuyoruz; bu demektir ki silahla oynayan çocuk erkek, bebekle oynayan çocuk kız olmaz. Dünyayı tanıma merakıyla birlikte, kendi bedenimizi tanıma isteği çocuk yaşlarımızda oluşmaya başlıyor. Bilim insanları, anne-baba, çocukların bu konudaki sorularına mutlaka cevap vermeli ve sorular karşısında sert tepkiler vermek kadar, sessiz kalmak da bireyin ilerideki hayatını etkilemektedir diyor. Bu durumda çocuk aileden öğrenemediklerini başka kaynaklardan öğrenme yoluna gidiyor, bu yanlış bilgiler anlamına gelebiliyor ve bu bilgiler yetişkin cinsel hayatını etkileyebiliyor.
Cinsellik hakkında konuşmak, seks hakkında konuşmak değildir. Ayıp, günah ve yasaklarla büyüyen çocukların hayatında, "yasaklanan her davranış dozu artarak devam eder" ilkesi işlemeye başlıyor.
Artık erkek çocuklarda sünnet yaşının bile sorunlara neden olabileceğini ve erken çocukluk deneyimlerinin, gelecekteki davranışları belirleyen en önemli unsur olduğunu biliyoruz. Bilim insanları ataerkil toplumlarda, babanın rolünün çok önemli olduğunu vurguluyor. Babanın olmayışı ya da uzakta oluşu, erkek çocukların toplumsal ve psikolojik gelişiminde olumsuz etkiler yapabiliyor.
8 Kasım 2012 tarihli bir gazetede cinsel suçların dokuz yılda yüzde dört yüz arttığı yazıyordu. Cinsel suç işlemiş hükümlüler arasında yapılan araştırma sonuçları suçun işlenmesinde şu etkenlerin büyük rol oynadığını göstermiş: aile içi şiddet, psikolojik nedenler, toplumun erkeği her zaman güçlü ve haklı gösteren değer yargıları, kadının ikinci sınıf birey olarak görülmesi. Suçun tekrarlanması cezaların engelleyicilikten uzak olduğunu göstermekte, olması gereken suç oluşmadan önlem almak.
Hepimiz cinsel kimliğimizle doğuyoruz; bu demektir ki silahla oynayan çocuk erkek, bebekle oynayan çocuk kız olmaz. Dünyayı tanıma merakıyla birlikte, kendi bedenimizi tanıma isteği çocuk yaşlarımızda oluşmaya başlıyor. Bilim insanları, anne-baba, çocukların bu konudaki sorularına mutlaka cevap vermeli ve sorular karşısında sert tepkiler vermek kadar, sessiz kalmak da bireyin ilerideki hayatını etkilemektedir diyor. Bu durumda çocuk aileden öğrenemediklerini başka kaynaklardan öğrenme yoluna gidiyor, bu yanlış bilgiler anlamına gelebiliyor ve bu bilgiler yetişkin cinsel hayatını etkileyebiliyor.
Cinsellik hakkında konuşmak, seks hakkında konuşmak değildir. Ayıp, günah ve yasaklarla büyüyen çocukların hayatında, "yasaklanan her davranış dozu artarak devam eder" ilkesi işlemeye başlıyor.
Artık erkek çocuklarda sünnet yaşının bile sorunlara neden olabileceğini ve erken çocukluk deneyimlerinin, gelecekteki davranışları belirleyen en önemli unsur olduğunu biliyoruz. Bilim insanları ataerkil toplumlarda, babanın rolünün çok önemli olduğunu vurguluyor. Babanın olmayışı ya da uzakta oluşu, erkek çocukların toplumsal ve psikolojik gelişiminde olumsuz etkiler yapabiliyor.
8 Kasım 2012 tarihli bir gazetede cinsel suçların dokuz yılda yüzde dört yüz arttığı yazıyordu. Cinsel suç işlemiş hükümlüler arasında yapılan araştırma sonuçları suçun işlenmesinde şu etkenlerin büyük rol oynadığını göstermiş: aile içi şiddet, psikolojik nedenler, toplumun erkeği her zaman güçlü ve haklı gösteren değer yargıları, kadının ikinci sınıf birey olarak görülmesi. Suçun tekrarlanması cezaların engelleyicilikten uzak olduğunu göstermekte, olması gereken suç oluşmadan önlem almak.
22 Kasım 2012 Perşembe
Kahve Kokusu
Cezvenin sapı yeşil
İçinde kahve pişir
Kurban olduğum Allah
Beni dengime düşür
Kahve piştiği yere
Telve taştığı yere
Güzel çirkin aranmaz
Gönül düştüğü yere
Kahve, kültürümüzde önemli bir yere sahip; onunla ilgili şarkılar, maniler söylemiş, şiirler yazmışız. O bizim için özel bir içecek; kahveyle sohbete oturur, kahveyle kız isteriz. Kolombiyalılar "kahveyi gece kadar siyah, cehennem kadar sıcak, kadın kadar tatlı içeceksin" dermiş. Bizde kahvenin zorlama bir tarifi yok, o keyifle içilen bir içecek bizim için, kimi sade sever kimi şekerli. Örneğin ben damla sakızlı kahveyi çok severim.
Bazı kaynaklar kahvenin yolculuğunun Habeşistan'dan başladığını yazar, bizim içinse kahve Yemen'den gelmedir. Kahve ağacının kiraza benzeyen meyvaları, yasemin kokan bembeyaz çiçekleri olurmuş. Bu çiçekler çabuk solar, meyva oluşmaya başlarmış. Çoğumuzun bildiği gibi Brezilya, üretimde dünya birincisi, dünyanın en prestijli kahveleri ise Kostarika'da üretiliyor. Fındıksı, çikolatamsı tadı olan kahveye "Tarrazu" deniyor. Ve kahve dünyada en fazla ticareti yapılan ürünlerden biri.
İstanbul'a ilk kahveyi Yemen valisi Özdemir Paşa getirir. 1544'te Tahtakale'de ilk kahvehane açılır. 1615'te İstanbul'a gelen Venedikli tacirler bu değişik içeceği beğenip Venedik'e taşırlar.
İkinci Viyana kuşatmasından sonra Osmanlı ordusu çekilirken, geride pek çok kahve çekirdeğiyle dolu çuval bırakır. Avusturyalılar önce onları hayvan yemi sanır ama Georg Kolschitzky adında biri çekirdekleri tanır, çuvalları alır ve ilk kahve içilen yeri açar. Kahve 1643'te Paris'e, 1651'de Londra'ya ulaşır.
Kahve çekirdekleri önceden sadece kaynatılıp içilirmiş. 1871'de Mehmet Efendi çekirdekleri kavurarak müşterilerine ikram etmeye başlamış, o günden sonra adı Kurukahveci Mehmet Efendi olarak anılmaya başlanmış.
Türk Kahvesi telvesiyle servis yapılan tek kahve çeşididir. Sadece suyu içildiğinden, telvesi fincanın dibinde kaldığından, Türk kahvesinden alınan kafein miktarı azdır. Bir fincan kahvedeki 50 miligram kafein, kısa sürede vücuttan atılır. Bu bakımdan Türk kahvesi fincanı, ideal ölçülere sahiptir.
İyi bir kahve hazırlamak için suyun klorsuz ve soğuk olması gerekir. Mangalda, kömür ateşiyle 15–20 dakikada pişen kahve en lezzetli kahvedir. Dibi kalın bakır cezvede soğuk suya atılan kahve, birkaç kere karıştırılarak ateşe konur ve fazla karıştırılmaz. Her fincan için iki çay kaşığı kahve, iki çay kaşığı şeker (isteğe göre) eklenir. Köpüklenince ateşten çekilen cezvenin ilk köpüğü, fincanlara pay edilir ve kahve yeniden ateşe sürülür. Kalan kahve bir taşım daha pişirilir ve fincanlara boşaltılır.
Türk kahvesinin en önemli özelliklerinden biri, bol köpüklü olmasıdır, köpüğü sayesinde kahvenin tadı damakta uzunca bir süre kalır, ayrıca kahvenin bir süre sıcak kalması için örtü görevi görür. Kahve ile birlikte ikram edilen su, önceden ağızda kalmış bütün tatların giderilip, sadece kahve tadının alınması içindir.
Osmanlı’da kahvenin 35 çeşidi içilirmiş. Kahveden önce lokum, şekerleme gibi tatlılar ikram edilir, özel günlerde fincan zarfıyla sunulur, bazen de kahveye farklı bir tat kazandırmak için, kahvenin içine çiçek suyu ya da kakule katılırmış. Kakuleli kahveyi evde denemişliğim var ve tadını çok beğendim.
Kahve Osmanlı sarayına ilk olarak Kanunî döneminde girdiyse de, kahvenin saray içeceği olarak önem kazanması, IV. Mehmed zamanında olmuş. Kahve ikramı için kullanılan fincanlar İznik veya Kütahya çinisinden yapılır, bu fincanların etrafında gümüş ya da altın bir zarf olurmuş.
Kahveyle ilgili ufak bir araştırmaya girdiğimde günün ilk yemeğine kahvaltı denmesinin de kahve altı kelimesinden, yani kahve öncesi yenen ilk yemekten geldiğini öğrendim.
Bu sıcak, bazen sütle ve başka katkılarla daha da lezzetlenen içecek, her zaman güzel anlarımıza eşlik etmeye ve kokusuyla, tadıyla bizi arkasından sürüklemeye devam edecek gibi görünüyor.
27 Eylül 2012 Perşembe
Aşk
"Benim birlikte olduğum, sevgilim, parıldayan ayım. Can dostum, en yakınım, güzellerin şahı sultanım. Hayatımın, yaşamımın sebebi Cennetim, kevser şarabım. Baharım, sevincim, günlerimin anlamı, gönlüme nakşolmuş resim gibi sevgilim, benim gülen gülüm. Sevinç kaynağım, içkimdeki lezzet, eğlenceli meclisim, nurlu parlak ışığım, meş’alem. Turuncum, narım, narencim, benim gecelerimin aydınlığı."
Kanuni Sultan Süleyman, Hürrem Sultan'a aşkını böyle sayısız şiirle anlatmış. Bu aşk, aklını ve tatlı dilini kullanan Hürrem Sultan'ı imparatorluk yönetiminde etkili, çok güçlü bir kadın yapmış. Topkapı Sarayı'nın arşivi bu aşkın kanıtlarını saklamakta.
Savaşır gözlerimle gönlüm öldüresiye
Senin güzelliğinin ganimeti yüzünden:
Gözüm kovar gönlümü seni görmesin diye,
Gönlüm ister gözüme pay vermemek yüzünden.
Gönlüm bildirir senin orada yattığını
Öyle bir hücredeki giremez billur gözler;
Gözüm inkara kalkar gönlün anlattığını,
Güzel yüzünün ona sığındığını söyler.
Gönlü dinleyip karar vermek için toplanır
Düşünceler kurulu:soruşturur hakçası
Kurulun yargısıyla bir karara bağlanır
Seven gözün payıyla duyan gönlün parçası:
Senin dış güzelliğin olur gözümün payı,
Gönlüm kazanır aşkın gönlündeki dünyayı.
Romeo ve Juliet Shakespeare'in en bilinen oyunlarından biri. Yıllar boyunca tiyatro sahnesinde oynandı ve oynanmakta, birçok kez filme çekildi. Bu çok ünlü aşk hikâyesinin bildiğiniz gibi trajik bir sonu var. 1976'da Ayten Gökçer ve Kerim Afşar, Tarla Kuşuydu Juliet'te, tiyatro sahnesinde farklı bir Romeo Juliet uygulaması sahnelediler. Oyunda intiharın eşiğinden dönen aşıklar evlenir ve bir de çocukları olur, çığırından çıkmış bir evliliğin içine düşmüşlerdir. Shakespeare sonunda olaylara müdahale etmek üzere eve gelir...
En büyük aşıklar kavuşsaydı ya da kavuşup uzun yıllar beraber yaşasaydı aynı sonu mu yaşarlardı?
Bilim insanları aşk olgusunda pek çok hormonun rol aldığını, bunların tuhaf davranışlara, kalp çarpıntısına, iştah kaybına, uykusuzluğa neden olduğunu söylüyor. Psikolog Robert Sternberg aşk için üç bağ gereklidir der: Yakınlık, bağlılık ve tutku. Ve bu üçünden biri eksikse aşkın biteceğini iddia eder.
Tutkunun ağır bastığı aşklara en iyi örneğin Kleopatra ve Antonius'un aşkı olduğuna inanıyorum. Kleopatra tarihten öğrendiğimize göre güzel bir kadın değildi. Ama akıllı (kaynaklar dokuz dil bildiğini söylüyor), hırslı ve tutkulu bir kadındı. Mısır ve Roma İmparatorluklarını birleştirip dünyaya hakim olmak istiyordu. Fırtınalı iki aşktan sonra bu isteğini gerçekleştiremeden 39 yaşında öldü (yılan zehri kullanarak intihar ettiği söylenir).

Yine bir Osmanlı imparatoru I. Abdülhamit'in haremindeki Ruhşah hatuna aşkı, Kanuni'nin Hurrem Sultan'a aşkı kadar büyük bir aşktır. Fakat bu diğeri gibi karşılıklı bir aşk değildir. O yüzden Abdülhamit aşkına "Siz bana merhamet etmezseniz kim eder, düşmanım bile olsa bana merhamet eder. Bu halimle her gece sabahlarım, billahi ölüm bana daha hayırlı geliyor. Allah-u Teala aşkına beni bu gece mahzun eyleme." diye mektuplar yazar.
Sabahtan uğradım ben bir güzeleOrhan Veli kendisiyle ayrı dünyalardaki bir güzele gönül vermiş, bir yandan da aklını çeldiği için takılarak sıralamış satırları:
Ala gözlerine sürmeler çekmiş
Taramış zülfünü dökmüş bir yana
Salıvermiş ince belin üstüne
Alma alma yanakları al gibi
Boyu uzar gider selvi dal gibi
Seherde açılan gonca gül gibi
Sandım kan damlamış karın üstüne
Çıka çıka çıktım yoluna vardım
Verdiği çevreyi koluma sardım
Uğrunda ölümü göze aldım
Divanına durdum yolun üstüne
Uyuşamayız sevgilim, yollarımız ayrı;Cahit Külebi sevdiğine en samimi dille özlemlerini yazmış:
Sen ciğercinin kedisi ben sokak kedisi.
Senin yiyeceğin kalaylı kapta
Benimki aslan ağzında.
Sen aşk rüyası görürsün ben kemik.
Ama seninki de kolay değil, kardeşim;
Kolay değil hani,
Böyle kuyruk sallamak Tanrının günü
Senin dudakların pembe
Ellerin beyaz,
Al tut ellerimi bebek
Tut biraz!
Benim doğduğum köylerde
Ceviz ağaçları yoktu,
Ben bu yüzden serinliğe hasretim
Okşa biraz!
Benim doğduğum köylerde
Şimal rüzgarları eserdi,
Ve bu yüzden dudaklarım çatlaktır
Öp biraz!
Franz Kafka sevdiği kadın Milena'ya bu mektupla sitem etmiş:
Sevgilim, bana böylesine işkence etmen için ne yaptım? Bugün gene mektup yok; ne ilk postadan, ne de ikincisinden. Bana acı çektiriyorsun! Senden bir yazılı sözcük beni mutlu ederdi! Anlaşılan yeterince kahrımı çektin benim; bunun başka bir açıklaması yok, hem şaşılacak bir şey de değil; ama anlaşılamayacak olan, senin yazıp bunu bana söylemen. Gene de yaşamımı sürdüreceksem şu bir türlü sona ermeyen son birkaç günde yaptığım gibi senden boşuna haber beklemeye dayanamam. Ama artık senden haber alma umudunu yitirdim. Bana susarak söylediğin "elveda"yı ben de yinelemek zorundayım. Postaya verilmesin diye bu mektubun üstüne bedenimi kapamak isterdim; ama bunun postalanması gerek. Bundan sonra mektup beklemeyeceğim.Aşk, dünya kurulduğundan beri ona karşı koymayanları içine aldı, mutluluğun sıcaklığından kederin kollarına taşıdı, imparatorluklar yönetti, toplumu etkiledi; her statüden insanı eşit kıldı. Bu dünya var oldukça da devam edecek.
Franz
2 Eylül 2012 Pazar
Eller
On beşinci yüzyılın başlarında, Nürnberg yakınlarında oldukça fakir bir aile yaşıyordu. On sekiz kardeşten ikisi, Albrecht ve Albert'in büyük bir hayali vardı, ikisi de ressam olmak istiyordu. İki kardeş bir gün yazı tura atmaya karar verdiler, kaybeden maden ocağında çalışacak, kazandığı ile kardeşinin sanat akademisindeki masraflarını karşılayacaktı. Kazanan kardeş, mezun olduğunda diğer kardeşi okutacaktı. Yazı turayı Albrecht kazandı ve Nürnberg'deki sanat akademisinin yolunu tuttu. Albert ise maden ocağında çalışmaya başladı, dört yıl boyunca kardeşine para gönderdi.
Genç sanatçı mezun olup köyüne döndüğünde "Sıra sende kardeşim" dedi "şimdi hayalini gerçekleştirebilirsin". Albert "Hayır" dedi "gidemem, dört yıllık maden işçiliği yüzünden parmaklarım ezildi, kırıldı, sağ elimde romatizma ağrıları da başladı, benim için artık çok geç."
Bu konuşmanın üzerinden 450 yıldan uzun bir süre geçti. Bugüne kadar Albrecht Dürer'in yüzlerce eseri dünyanın sayılı müzelerinin duvarlarını süsledi. Fakat bunlar içinde hiçbiri Albrecht Dürer'in o günkü yemekten sonra yaptığı karakalem çalışması kadar ünlü olmadı.
Albrecht Dürer, kardeşi Albert'in maden ocağında çalışmaktan yıpranmış parmaklarını ve kırış kırış avuçlarını bütün ayrıntılarıyla çizdi. Resimde Albert'in ince parmakları göğe doğru yönelmişti. Dürer, bu çalışmasına basitçe "Eller" adını verdi...
Ünlü tablodan esinlenerek yaptığım eskiz
29 Ağustos 2012 Çarşamba
Suomi, Finlandiya
EUROVİZYON şarkı yarışması ben çocukken bütün aile takip ettiğimiz bir yarışmaydı. Sonradan hiç izlemez olmuştum, ta ki 2006 yılında Finlandiya Lordi ile yarışmaya katılana kadar. Popüler kültüre ve dinlenen müziğe tepki olarak oluşturulan kampanyaya destek vermiş, Lordi'nin başarısını mutlulukla izlemiş, Finlandiya'nın birinciliğine yürekten sevinmiştim.
Tam olarak bende ne zaman bir Finlandiya aşkı başladı hatırlamıyorum. Ama bu soğuk ülkenin sıcak, mütevazı, çalışkan, melankolik insanlarını seviyorum.
Suomi yani Finlandiya benim için en başarılı metal müzisyenlerini barındıran ülke. O kadar çok müzik grubu var ki, bazen acaba diğer işleri kimler yapıyor diye düşünürüm; sonuçta ülke nüfusu 5 milyondan biraz fazla.
M.Ö. 3000 yıllarında Volga ve Ural nehirleri arasından göçen, yıllar boyu sürekli istilalarla boğuşan, ancak 1919'da cumhuriyetlerini ilan etmiş bu uzun boylu, mavi-gri gözlü (eskiden ELF olduklarından kuşkulandığım) güzel halk savaşlarda 100 binden fazla kayıp vermiş, yarısı kadar da insan sakat kalmış.
Finlandiya'nın bildiğiniz gibi sert bir iklimi var. Kar aylarca yerden kalkmıyor, yaz ise kısa ve yağışlı. Finli arkadaşlarım bizim güneşi bol ülkemize hayran, belki bu yüzden çoğu zaman yaza ait fotoğraflar paylaşmamı isterler.
TAMPERE'den gelen oyuncak bir Fin Geyiği, benim için çok özel bir hediye :)
Sabahları bizim gazetelerle birlikte onların HASERİ ve AAMULEHTİ gazetelerini okuma alışkanlığım devam ediyor. Ve mutfaklarındaki bazı lezzetlerini de pişirmeyi denemişliğim var.
Örneğin KORVAPUUSTİ, bademli, kakuleli, mayalı bir çeşit çörek. Daha çok Noel'de ve paskalyada pişiriyorlar. Fincede korvapuusti tokatlanmış kulak demek, görüntüsü biraz benziyor doğrusu :) Bu arada Türk kahvesi sevenlere bir öneri, kakule kahveye de çok yakışıyor.
PİPARKAKUT - Zencefilli Noel kurabiyeleri.
JUHLA MOKKA ülkede en çok tüketilen kahve. Bir araba için yakıt neyse bir Finli için kahve de aynı şeydir.
VAPPU: Mayıs ya da İşçi Bayramı. Kıştan çıkmış hemen her Finli yağmurluğunu giyip konser alanlarına koşar.
KAAMOS: kuzeyde güneşsiz geçen beş ay. Maalesef güneşin az görünmesi yüzünden ülkede alkol tüketimi ve intiharların arttığı düşünülüyor.
Finlandiya hakkında yazacak daha çok şey var. Daha, ünlü epik destanları KALAVELA'dan, yaz kış süren sauna geleneklerinden, HESBURGER'den... söz edemedim. Belki başka bir yazıya. Son olarak bir Fin atasözü:
"Niin metsa vasta kuin sinne huudetaan." Yani: "Ormana nasıl haykırırsan öyle karşılık verir."
Jarkko, Mikko, Tomi, Irkku, Mervi, Tupu, Semi, Kari hepinizi çok seviyorum.
http://www.youtube.com/watch?v=ZMW8xAv-Y6w
28 Ağustos 2012 Salı
Hayaller... Rüyalar
Ben çocukken en büyük hayalim, gökyüzüne açılan küçük bir penceresi olan çatı katında bir odaya sahip olmaktı. Zaman geçti, dünya değişti, ben büyüdüm; hayallerim de değişti.
Bazıları bilmediğiniz şey size zarar vermez der. Bence doğru değil, öyle bir lüksümüz yok. Artık gerçeklerin farkında olmalı, bir şeyler yapmalıyız.
Dünya nüfusu hızla artmakta ama kaynaklar bu nüfusa yetecek durumda değil. Pek çok aile bu dünyaya bir çocuk getirmenin doğru ya da yanlış mı olacağını tartışıyor.
Dünyada yılda altı milyon çocuk açlıktan ölüyor, diğer yanda daha fazla insan şişmanlığın neden olduğu hastalıklarla savaşıyor. Lüks çılgınlığı bir virüs gibi yayılmakta.
Dünya üzerindeki çocukların temel eğitim alması için altı milyar dolar gerekiyor. "Gelişmiş" bir ülkenin yıllık kozmetik harcaması sekiz milyar dolar.
Sigaraya harcanan elli milyar dolar ile dünya üzerindeki her çocuğun eğitim, sağlık, gıda masrafları karşılanabilirdi.
Tüketim canavarı olmadan önce bir daha düşünmeliyiz...
Gelecekte dilerim çocukların kalan tek hayali gökyüzüne açılan bir penceresi olan bir çatı katı odası olur.
Bazıları bilmediğiniz şey size zarar vermez der. Bence doğru değil, öyle bir lüksümüz yok. Artık gerçeklerin farkında olmalı, bir şeyler yapmalıyız.
Dünya nüfusu hızla artmakta ama kaynaklar bu nüfusa yetecek durumda değil. Pek çok aile bu dünyaya bir çocuk getirmenin doğru ya da yanlış mı olacağını tartışıyor.
Dünyada yılda altı milyon çocuk açlıktan ölüyor, diğer yanda daha fazla insan şişmanlığın neden olduğu hastalıklarla savaşıyor. Lüks çılgınlığı bir virüs gibi yayılmakta.
Dünya üzerindeki çocukların temel eğitim alması için altı milyar dolar gerekiyor. "Gelişmiş" bir ülkenin yıllık kozmetik harcaması sekiz milyar dolar.
Sigaraya harcanan elli milyar dolar ile dünya üzerindeki her çocuğun eğitim, sağlık, gıda masrafları karşılanabilirdi.
Tüketim canavarı olmadan önce bir daha düşünmeliyiz...
Gelecekte dilerim çocukların kalan tek hayali gökyüzüne açılan bir penceresi olan bir çatı katı odası olur.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)