27 Aralık 2012 Perşembe

Kuzine


Binlerce yıl boyunca insanlar yemeklerini önce ateşin sonra ısıtılmış tuğlalar üzerinde pişirmiş.

1798'de Bavyeralı Benjamin Thompson, tuğladan yaptığı bir ocağın içine madeni raflar yerleştirdi, altta ateş yakarak bunları ısıttı ve üzerinde yemek pişirmeyi başardı, bu kuzinenin atasıydı.

Kuzineyle tanışmam ilk kez anneannemin evinde olmuştu. Çok amaçlı bir eşyaydı, odun yakarak hem ısınılır, hem yemek pişirilirdi, ona büyük bir mutfak sobası denebilirdi.

Üzerinde her zaman, sıcak suya ihtiyaç olduğunda kullanılan, su dolu bir çaydanlık olurdu. Kışın üzerinde kestane közleyebilirdiniz. Dedem, portakal kabuklarını üzerinde bir süre bıraktığında, etrafa mis gibi bir koku yayılırdı ve onun kuzinede kızarttığı peynirlerin tadına doyum olmazdı.

24 Aralık 2012 Pazartesi

Sıcak, Sıcaak


1593 tarihli bir belgede, undan yapılmış halka biçimindeki bir çeşit ekmek "halka-i simid" olarak geçmektedir. II. Süleyman döneminden bir mutfak defterinde ise, saraya günde otuz bin adet halka-i simid gönderildiği yazmakta. Ayrıca Osmanlı padişahlarının Ramazan'da iftardan sonra, yollarda saf tutan askerlere simit hediye ettikleri de bilinmektedir. Yani simit o zamanlarda padişah hediyesi sayılacak kadar değerliymiş. 18. yüzyıla ait kaynaklarda ise, halka-i simid yerine sadece "simit" denildiğini görüyoruz. Bu yıllarda simit, sarayın yanısıra halk arasında da çokça tüketilirmiş.


Genellikle Safranbolu ve Kastamonu'luların mesleği olan simitçiliğin, kendine özgü kuralları varmış. Özellikle Galata, Kumkapı, Samatya ve Beylerbeyi’ndeki fırınlarda pişen simitler kaliteleriyle ünlenmiş. Eski ustalara göre, simidin kaliteli olabilmesi için piştikten sonra renginin altın rengi olması gerekiyormuş. İkinci Dünya Savaşı yıllarında ise unun az olması nedeniyle, simit yapımı bir süre yasaklanmış.


Günümüzde simit ve çay pek çoğumuz için sevilen ikili olmaya devam ediyor. Hele bir de Boğaz kenarında denizi seyrederek çayınızı yudumluyorsanız, çıtır çıtır simidinizin tadına doyum olmaz.


Bir vapurdaysanız simidinizi martılarla paylaşabilirsiniz. Bu alışkanlığımızın artık şenliği bile var, Üsküdar Belediyesi üç yıldır 28 Haziran'da, Martılara Simit Atma Şenliği düzenliyor. 


21 Aralık 2012 Cuma

Hatırlıyorum


Lambayı yakma, bırak,
sarı bir insan başı
düşmesin pencereden kara.
Kar yağıyor karanlıklara.
Kar yağıyor ve ben hatırlıyorum.
Kar...
Üflenen bir mum gibi söndü koskocaman ışıklar...
Ve şehir kör bir insan gibi kaldı
altında yağan karın.

Lambayı yakma, bırak!
Kalbe bir bıçak gibi giren hatıraların
dilsiz olduklarını anlıyorum.
Kar yağıyor
ve ben hatırlıyorum.

Nazım Hikmet

18 Aralık 2012 Salı

Arkası Yarın


"Radyo Tiyatrosu... Mavi Tren, birinci bölüm... yazan Agatha Christie, yöneten Uğurtan Atakan, efektör Korkmaz Çakar...oynayan sanatçılar, Boris: Bilge Zobu, Van Aldin: Zihni Göktay, uşak: Ersun Kazançel, Papapulos: Kemal Tahir, Mason: Oya Küçümen, Ruth: Celile Toyon Uysal..."


Henüz evlerde televizyon yokken, evimizdeki Philips marka  radyonun sürekli açık olduğunu hatırlıyorum. Babam ajans saatini kaçırmazdı yani haberleri. Annem beraber ve solo şarkıları çok severdi, hatta çoğu zaman bir yandan işlerini yapar bir yandan da eşlik ederdi. Ben  klasik müzik konserlerini severdim bir de Radyo Tiyatrosu'nu. Zamanın tiyatro sanatçıları o güzel Türkçe'leriyle bir kitabın yaklaşık bir saatlik özetini seslendirirdi. Her gün radyoda 15 dakikalık bölümler halinde yayınlanırdı. Ses efektleriyle desteklenen bir çeşit sesli kitaptı ya da sadece kulağa hitabeden bir tiyatro oyunuydu.


Bir kapının kapanışı, ayak sesleri, yağmur, gök gürültüsü gibi efektler dinlediğimiz oyunun içine girmemizi kolaylaştırırdı. Bir sonraki bölümü merakla beklerdik.


İlk Radyo Tiyatrosu 1950'li yıllarda yayınlanmış, Haldun Taner, Behçet Necatigil gibi yazarlar radyo oyunları yazmışlar. Benim dinlediklerimin çoğu çeviri oyunlardı. Bir süre sonra bu yayınların görme engeli olanlar için ne kadar önemli olduğunu keşfettim. Bizim içinse hayal gücünü besleyen müthiş deneyimlerdi.


Şu anda, kitap okumaktan çok televizyon izlemeyi tercih eden bizler maalesef hayal gücümüzü besleyemiyoruz. Eskiden bu konuda daha şanslı olduğumuzu düşünüyorum. Oyuncaklarımız bile farklıydı, hazır oyuncaklardan çok evdeki malzemeyle kendimize oyuncak yaptığımızı hatırlıyorum. Bu bazen, evdeki büyüklerle birlikte yaptığımız bir uğraştı ve ortaya çıkan oyuncağın çok düzgün olup olmaması değil, birlikte bir şeyler yapmak daha önemliydi ve o oyuncak çok değerliydi. Günümüzde, bazen büyük paralar verip alınan oyuncaklarla çocukların ne kadar süre oynadığını düşünür müsünüz?


Öğrendiğime göre şu anda radyo arşivinde yüz doksan beş radyo tiyatrosu kaydı varmış ve radyo 1'de 09:40'da eski kayıtlar yayınlanıyormuş. Ben bazı kayıtları video olarak buldum, merak edip linke bakacaklar için, iyi dinlemeler. :)
https://www.youtube.com/watch?v=35yNwnl1jy0


9 Aralık 2012 Pazar

İstanbul Balmumu Heykel Müzesi


İstanbul Balmumu Heykel Müzesi, 4. Levent Sapphire Alışveriş Merkezi'nin alt katında bulunuyor. 2011 yılında açılan müzede sanat, tarih, bilim dünyasından altmış balmumu heykel bulunuyor ve koleksiyona sürekli yenileri ekleniyor. Ama şu anda altmış heykelin tamamı sergide değil, çünkü zaman zaman bakıma alınmaları gerekiyormuş.

                                            Atatürk, Mevlana ve Mimar Sinan
 Bazı heykeller o kadar başarılı ki insana canlanıp hareketleneceklermiş gibi geliyor.

                                        Leonardo da Vinci, Dostoyevski ve Napolyon

Sekiz - onbeş kişi bir buçuk ay uğraşarak bir heykeli oluşturuyormuş. Bazı heykeller kişi hayatta iken, bazıları mezarları açılarak yüz maskları alınarak yapılmış. Kemal Sunal'ın heykeli bir büstten yapılmak zorunda kalınmış o yüzden pek başarılı değil. Müzede ayrıca isteyen ziyaretçinin el ya da ayak kalıbı alınarak örneği yapılabiliyor.


                           Nazım Hikmet, Yunus Emre, Kanuni Sultan Süleyman

Müzede sergilenen balmumu heykellerden bazıları şöyle: Mustafa Kemal Atatürk, Nazım Hikmet, Leonardo da Vinci, Mevlana, Dostoyevski, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman, Beatles, Napoleon, Kemal Sunal, Hürrem Sultan, İbn-i Sina, Haldun Dormen, Zeki Müren, Fatih Sultan Mehmet, Fazıl Say, Fuzuli, Farabi, Cengiz Han, Atilla, Hitler, Arnold Schwarzenegger, Elvis Presley, Mimar Sinan, Yunus Emre, Michael Jackson, Timur, Korkunç İvan, Einstein, Madonna, Levent Kırca, Donjuan, Gorbaçov, Brejnew, Marx, Katherina.

            Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, Michael Jackson, Elvis Presley, Beatles

Müze hergün 10:00 ile 22:00 arası açık, giriş ücreti ise normal 15tl, indirimli 10 tl.





4 Aralık 2012 Salı

Beyoğlu'nun Sembolleri - I I

Tarihi Çiçek Pasajı:
Büyük Beyoğlu yangını sonucu yok olan Naum Tiyatrosu'nun arsasına 1876'da kurulan tarihi ve ünlü bir pasajdır. Eskiden yapıda pastaneler, çiçekçiler, fırın, meyhane, terzihane, tütüncü dükkânı gibi mekanlar varken, maalesef günümüzde sadece meyhaneler kalmıştır.

Hüseyin Ağa Camii:
1594 yılında Galatasaray Ağası Şeyhülislam Hüseyin Ağa tarafından yaptırılan cami, Sultan 2.Mahmud zamanında 1894 yılında onarım görmüştür; Hüseyin Ağa'nın türbesi de bahçesindedir. Caminin Şadırvanı Mimar Sinan'a aittir, Kasımpaşa Sinan Camii'nden getirilmiştir ve Taksim'deki tek camidir.

 St. Antuan Katolik Kilisesi:
İstanbul'un en büyük ve cemaatı en geniş Katolik kilisesidir. İstiklal Caddesi üzerinde Galatasaray Lisesi'nden Tünele doğru giderken sol tarafta bulunur. Kilise duvarları belirli yüksekliğe kadar mozaik kaplama ve yapının dış cephe duvarları tuğladandır. Kilise Italyan rahipler tarafindan yönetilir ve İstiklal Caddesine bakan cephesinin genişliği 38 metredir.

Aya Triada Ortodoks Kilisesi:
Taksim'e ayak bastığınızda başınızı biraz kaldırıp büfelerin arkasına baktığınızda bu Rum ortodoks kilisesini görebilirsiniz. Adının Türkçe çevirisi Kutsal Üçlü demektir. Kiliseyi 1880'de Ruslar yaptırmış sonra Rumlar kullanmaya başlamıştır.

Taksim Maksemi (tarihi su deposu):
İstiklal Caddesi ile Taksim Caddesi`nin kesiştiği köşede yer alır. Sekiz köşeli küfeki taşından bir gövdeye ve yine  sekiz köşeli bir çatıya sahiptir. Kapısının yer aldığı cephede  iki adet kuş köşkü yer alır.

 İnci Pastanesi:
Yüz yıllık geçmişe sahip, profiterolü ile ünlü pastane. Tarihi değerini tartışmıyorum tabii ki ama ufak, karanlık bir mekan. Ben gittiğimde hayal kırıklığına uğradım doğrusu, ünlü tatlılarını tattığımda da neden bu kadar ünlü olduğunu anlayamadım.


Beyoğlu'nun Sembolleri - I

Taksim Cumhuriyet Anıtı:
İtalyan heykeltraş Pietro Canonica'nın taş ve bronz kullanarak yaptığı, 1928'de tamamlanan 84 tonluk anıttır. İstanbul'a gemiyle getirilen onbir metre yüksekliğindeki anıtın kaidesinde, pembe Trentino ve yeşil Suza bölgesi mermerleri kullanılmış.

Tramvay:
Taksim-Tünel arasında 1.870 metrelik hat üzerinde, günde 2 bin 500 yolcu taşıyan nostaljik tramvaydır.

Pera Palas Oteli:
Mimar Alexander Vallaury'nin tasarladığı, kuruluş çalışmalarına 1892 yılında başlanan ve 1895 yılında açılış balosu gerçekleşen, Türkiye'nin Avrupa standartlarındaki ilk otelidir. Odalarının çoğunda eşsiz bir Haliç manzarası bulunan otelin, 16'sı süit 115 odası bulunuyor. Atatürk'ün defalarca kaldığı 10 numaralı oda müze oda olarak korunuyor. Ayrıca antika asansörü, Şark Ekspresi yolcularını taşımada kullanılan tahterevan, Şark Ekspresi'ne ait eşyalar görülmeye değerdir. Tarihteki diğer ünlü konukları arasında Agatha Christie, Hemingway, Pierre Loti, A. Hitchcock, Greta Garbo sayılabilir.

Ali Muhiddin Hacı Bekir Şekercisi:
Kastamonu'nun Araç ilçesinden İstanbul'a gelerek 1777 yılında Bahçekapı'da açtığı küçük şekerci dükkanında, lokum, akide vb. şekerlemeleri imal ederek satmaya başlayan şekerci Bekir Efendinin ünlü dükkanı. Bekir efendi 18. yüzyıl sonlarında Avrupa'dan Türkiye'ye gelen şekeri havanlarda dövüp eriterek, gül, tarçın gibi doğal aroma ve boyalarla pişirip akide şekeri imalatını geliştirmiştir. 1811'de bir Alman bilgini tarafından bulunan nişastayı un yerine kullanarak, bugünkü lokum imalatını gerçekleştirmiş ve sarayın şekercibaşısı olmuş. Viyana ve Köln fuarlarında iki gümüş madalya, 1906'da Fransa'da altın madalya kazanmış. Bugün Türkiyenin bu en eski firması babadan oğula devam ediyor. Uğrarsanız demirhindi şerbetinden içmeyi unutmayın.

 Aydınlık neyin oluyor senin
gökyüzü akraban filan mı
Beni bulur bulmaz gözlerin
şimşek çakıyorum yalan mı
Yüzünde yalazını gezdirdiğin
saçlarından tutuşmuş orman mı
Akla ziyan bir şey elektriğin
ayışığı mavisi dudaklarından mı
O ışık zenginliği mi giyindiğin
uzay tozları mı, yıldızlardan mı
Elime dokunduğu an elin
güneşler açıyorum sahi ondan mı
                                 Attila İlhan

3 Aralık 2012 Pazartesi

Osmanlı Saray Mutfağı'nda Bir Gezinti


Matbah-ı Hümayun denilen saray mutfağı, Topkapı Sarayı'nda ikinci avlunun sağ tarafında 5.250 metrekarelik bir alanı kaplarmış. Bu alanda mutfakların dışında, kilerler, aşçıların, yamakların ve diğer mutfak görevlilerin koğuşları, bir çeşme, bir cami ve bir hamam bulunurdu. Bu bölüme Aşağı Mutfak Kapısı, Has Mutfak Kapısı ya da Helvahane Kapısı'ndan girilirdi. Mutfak işlerinden ve kilerden sorumlu Mutfak Emini, Kilercibaşı ve katipler, mutfağın ihtiyaçlarını saptayan, alışverişi düzenleyen, ödemeleri yapan ve satın alınan malzemenin giriş ve çıkış kayıtlarını tutan kişilerdi.


Yirmi kubbeli binada hamurculardan, simitçilerden, pilavcılardan, kebapçılardan, sebzecilerden ve tatlıcılardan oluşan altmış aşçı ve ikiyüz yamak çalışır, başlarında ise aşçıbaşı bulunurdu.


Padişaha ait yemeklerin pişirildiği bölümüne Has Mutfak denirdi. 16. yüzyılda Has Mutfak'ta 17 usta aşçı, 12 kalfa ve bir aşçıbaşı çalışırdı. Padişahla birlikte sefere giden bu aşçılar, padişahın zehirlenme tehlikesine karşı, sadakatlerine güvenilir kimselerden seçilirlerdi. Padişahın sofra hizmetlerine ise Çaşnigir denilen haremde kıdemli bir kadın bakardı.


Padişahın annesine, başharemine, kız kardeşlerine ve kızlarına hizmet veren mutfağa, Valide Sultan Mutfağı denirdi. Günde ortalama beşbin kişiyi doyuracak yemek hazırlanırdı. Bu sayı, Divan'ın toplandığı günlerde, bayramlarda ve ulufe (yeniçeri maaşı) dağıtıldığı günlerde on-onbeş bin kişiye ulaşırdı. Üç ayda bir yapılan ulufe günlerinde yeniçerilere yüzyıllar boyunca hep aynı yemek dağıtıldı: Çorba, pilav, zerde.
Mutfakların son bölümü, dört kubbeli bir bina olan helvahaneydi. Helvaların, reçellerin, şerbetlerin, turşuların ve macunların yapıldığı bu mekan, Osmanlı Sarayının hem tatlı imalathanesi, hem de eczanesiydi. Kayıtlara göre, 16. yüzyılda Helvahane'de, Helvacıbaşı'nın denetiminde 812 kişi çalışırdı.


Bugüne kalan belgelerden elde ettiğimiz bazı bilgiler şöyle:
II.Murat'ın sofrasında yemek başlayana kadar müzik çalınırmış.
Fatih Sultan Mehmed'in  sabah kahvaltısında en sevdiği, zeytinyağıyla çırpılmış havyar salatasını kızarmış ekmeğin üzerine sürerek yemekmiş.
Aşçılar çok usta olduğundan sofrada tuz olmazmış.
Sadrazamın evinde, ev halkını doyuracak hatta bahçedeki köpeklere, kedilere, kuşlara yeticek kadar yemek pişermiş.
Meyva ve kuruyemiş çok tüketilirmiş.
Sultanların en çok tercih ettikleri:
Tavuk kızartması, lapa, peynirli pide, yumurta, ıspanaklı pide, mantı, borani, çorba, börek, bal, muhallebi, zerde, kaymak, baklava, helva, me'mune helvası, sütlü kadayıf; içeceklerden ise pekmez, boza, nardenk, şerbet, naneli üzüm şerbeti ve ayranmış.


Fatih Külliyesi'nde mutfakta pişen bazı yemekleri yine kayıtlardan öğreniyoruz. Bunlar arasında maydanozlu pirinç çorbası, buğday aşı, mevsiminde koruk ile pişirilmiş kabak, pazı, pilav, zerde, mastave, mutancana, badem çorbası, kavata çorbası, fıstıklı nohut ezmesi, mahlepli tavuk böreği, tiritli paça, kavun dolması, vişneli sarma, pekmezli ayva dolması, keşkül-ü fukara, zirva, tarçınlı kabak reçeli, nar,gül, badem, harnup şerbetleri bulunuyor.

Prof. Ünver tarafından nakledilen bir kayıtta, Fatih Sultan Mehmed zamanında saray mutfağının malzeme listesinden bir bölüm şöyle: 64 kantar bal, 544 tavuk, 28 müd pirinç, 61 kaz, 19 kıyye safran, 116 istiridye, 87 karides, 400 balık, 12 miskal misk, 10 kıyye biber, 11 kıyye zeytinyağı, 3 şinik pekmez toprağı, 84 kıyye Eflak tuzu, 13 kıyye nişasta, 51 şişe boza, 616 baş ve paça, 180 işkembe, 649 yumurta.


II. Meşrutiyet’ten sonra (1909) sarayla ilgili her konuda olduğu gibi gıda masraflarında da önemli kısıtlamalara gidilmiş, standart menüye geçilmiş. Arşivlerdeki belgelere göre bu dönemde Osmanlı saray mutfaklarında günlük pişirilen yemekler şöyleydi: Çorba, tavuk, pilav, mevsim sebzesi, börek, (haftada sadece iki kere) tatlı, muhallebi, haftada iki defa balık.

Osmanlı İmparatorluğu yüzyıllar boyunca geniş coğrafyalarda hüküm sürmüş ve farklı milletlerle komşuluk etmiş. Bu Osmanlı saray mutfağının zenginleşmesini sağlamış. Osmanlı Saray Mutfağı'nın Orta Asya, Balkanlar, Orta Doğu, Akdeniz ve Avrupa yemek kültürlerinin harmanlanmasından oluştuğunu söyleyebiliriz. Ancak dönemin aşçı loncalarının bu yemekleri meslek sırrı olarak saklamalarından dolayı bu görkemli mutfak günümüze çok fazla ulaşamamış.

30 Kasım 2012 Cuma

Bizi Leylekler Getirdi

Anayasanın 17. maddesinde bireyin maddi-manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkı olduğunu yazar. Bu, cinselliği bir başkasına zarar vermeden kullanma hakkını da içerir.

Hepimiz cinsel kimliğimizle doğuyoruz; bu demektir ki silahla oynayan çocuk erkek, bebekle oynayan çocuk kız olmaz. Dünyayı tanıma merakıyla birlikte, kendi bedenimizi tanıma isteği çocuk yaşlarımızda oluşmaya başlıyor. Bilim insanları, anne-baba, çocukların bu konudaki sorularına mutlaka cevap vermeli ve sorular karşısında sert tepkiler vermek kadar, sessiz kalmak da bireyin ilerideki hayatını etkilemektedir diyor. Bu durumda çocuk aileden öğrenemediklerini başka kaynaklardan öğrenme yoluna gidiyor, bu yanlış bilgiler anlamına gelebiliyor ve bu bilgiler yetişkin cinsel hayatını etkileyebiliyor.
Cinsellik hakkında konuşmak, seks hakkında konuşmak değildir. Ayıp, günah ve yasaklarla büyüyen çocukların hayatında, "yasaklanan her davranış dozu artarak devam eder" ilkesi işlemeye başlıyor.

Artık erkek çocuklarda sünnet yaşının bile sorunlara neden olabileceğini ve erken çocukluk deneyimlerinin, gelecekteki davranışları belirleyen en önemli unsur olduğunu biliyoruz. Bilim insanları ataerkil toplumlarda, babanın rolünün çok önemli olduğunu vurguluyor. Babanın olmayışı ya da uzakta oluşu, erkek çocukların toplumsal ve psikolojik gelişiminde olumsuz etkiler yapabiliyor.

8 Kasım 2012 tarihli bir gazetede cinsel suçların dokuz yılda yüzde dört yüz arttığı yazıyordu. Cinsel suç işlemiş hükümlüler arasında yapılan araştırma sonuçları suçun işlenmesinde şu etkenlerin büyük rol oynadığını göstermiş: aile içi şiddet, psikolojik nedenler, toplumun erkeği her zaman güçlü ve haklı gösteren değer yargıları, kadının ikinci sınıf birey olarak görülmesi. Suçun tekrarlanması cezaların engelleyicilikten uzak olduğunu göstermekte, olması gereken suç oluşmadan önlem almak.

23 Kasım 2012 Cuma

Mücevherin Osmanlı Sarayı'ndaki Yolculuğu


Mücevherler, tüm zamanlarda onu taşıyanın toplumdaki durumunu belli etmiş. Mücevher denilince çoğumuzun aklına gerdanlık, kolye, yüzükler gelmekte.
Osmanlı saray geleneğinde ise mücevher sadece takılarda değil, günlük kullandıkları eşyalarda da bulunurmuş.


Osmanlıyı simgeleyen takılardan ilk akla gelen sorguçtur, erkeklerin yanısıra saraydaki kadınlar da sorguç takardı. İktidar ve güç simgesi olan sorguçlar hükümdar hayattayken sarığına, cenazede tabutuna takılırmış.

Süslemelerde zümrüt çok fazla kullanılmış.  Taşlar simetrik halde kesilmez, daha çok doğal haliyle kullanılırmış. İlerleyen dönemlerde renkli taşların yerini elmas almış.


İlk kuyumculuk fuarı Kağıthanede açılmış. Çadırların kurulduğu etkinliklere padişah da katılırmış.

Usta kuyumculardan bazıları Topkapı Sarayı'nın bir bölümünde yaşamaktaydılar. Acemilikten, kalfalığa daha sonra ustalığa ulaşırlardı. Saray için alınacak mücevherler ve yabancı hükümdarlara hediye olarak yaptırılan mücevherlere kuyumcubaşı tarafından karar verilirdi.


 Haremdeki kadınlara evlenip saraydan ayrılırken mücevher hediye edilirmiş, ama paşalara hediye edilenler ölümünden sonra hazineye geri verilirmiş, o yüzden sarayda kadın mücevherleri daha az sayıda bulunmuş.



Yakut ve zümrütlerle süslenmiş yazı kutuları, padişahlara ait altın, sedef, mercan kaşıklar, mücevherli çin porselenleri, kahve fincanlarının gümüş ya da altın zarfları, mücevherli aynalar, yeşim kapaklı maşrapalar, süslenmiş kuran ciltleri, altın gerdanlıklar, zümrüt küpeler, elmas broşlar, yelpazeler, beşikler, kalem kutuları, sarayda elçi karşılama sırasında, heyetin aralarından geçmesi için mücevher koşumlu 40 özel atın dizilişi, III. Mehmed'in validesi Safiye Sultan ile Kraliçe I. Elizabeth'in birbirlerine yolladıkları mücevherler...



Günümüze ulaşan tüm bilgiler ve mücevherler, sarayın ne denli ihtişamlı olduğu hakkında bize fikir veriyor. Topkapı Sarayı'nın hazine dairesi, daha pek çok eşsiz eserle ziyaretçilerini bekliyor.